Kuzey Kıbrıs, bugün siyasi tarihinde ender görülen bir talan ve teslimiyet süreciyle karşı karşıyadır. "Yatırım" ve "kalkınma" söylemleriyle pazarlanan bu süreç, aslında toprağın, yani kolektif varlığımızın ve egemenliğimizin maddi temelinin, küresel sermaye ve onların yerli işbirlikçilerinden oluşan bir rant koalisyonu tarafından sistemli bir şekilde tasfiyesidir. Siyasi iktidar mekanizması, kamu yararını savunan bir hakem rolünü terk etmiş, bu tasfiye operasyonunun noterliğine ve kolaylaştırıcılığına soyunmuştur. Bu koşullar altında, meşruiyetini yitirmiş kurumsal siyasetin dışında, halkın bizzat kendisinin tarih sahnesine çıktığına tanıklık ediyoruz. Bu makale, bir mağduriyet anlatısı sunmayı reddederek, tam da bu özneleşme anına odaklanmaktadır. Amacı, mevcut talana karşı yükselen ve çoğu zaman birbirinden kopuk görünen direniş pratiklerini, aslında yeni bir toplumsal düzenin ve egemenlik anlayışının kurucu eylemleri olarak analiz etmektir. Çünkü bugün siyaset, meclis koridorlarında değil; toprağını savunan köylünün direnişinde, konut hakkı için örgütlenen gençlerin dayanışmasında ve kamusal alanları geri kazanan yurttaş inisiyatiflerinde yapılmaktadır.
1. Yaşanmışlık ve Direnç.
Teori, halkın gündelik hayatındaki mücadelelerde ete kemiğe bürünür. Kuzey Kıbrıs’ta kurucu eylemler, soyut kavramlar değil, bizzat yaşananlardır
Yerel Direnişler ve Toplumsal Varoluş Mücadelesi; Betonlaşan Girne'nin erişilemeyen sahileri tahribata ugrayan dağları veya İskelde yaşam alanlarının sosyolojik yapıya uyumsuzlugu, sahilindeki tahribat, siyasi iradenin yönetişim becerisi ile ilgili faaliyetlerdir, ancak bu faaliyetin en derin yarası sadece fiziki mekanlarda değil, toplumun sosyal dokusunda ve kültürel kimliğinde açılmaktadır. Bu projeler, sadece doğayı değil, kolektif hafızanın taşıyıcısı olan,hafıza mekanlarını’da yok etmektedir. Nesiller boyu halkın ortak kullanım alanı olan, bayramların, festivallerin ve gündelik hayatın sosyal alanları sahiller, yerel halkı dışlayan kapalı, lüks sitelere dönüşmektedir. Bu dönüşüm, komşuluk ilişkilerini parçalayan, toplumu kendi içinde ayrıştıran ve insanları kendi yurdunda yabancılaştıran bir sosyal erozyona neden olmaktadır. Dolayısıyla bu direnişler, imar planlarına teknik bir itiraz olmanın çok ötesinde, piyasanın dayattığı kimliksizleşmeye ve kültürel kopuşa karşı bir varoluş mücadelesidir. Bu, bir yaşam biçimini ve o yaşam biçimini mümkün kılan toplumsal bağları savunanların mücadelesi olamalıdır.
Kooperatifçilik. Piyasa Esaretine Karşı Kolektif Özerklik; Maaşının büyük kısmını kiraya yatırmasıyla barınma hakkı finansal bir cendereye dönüşen ücretli çalışanlar için kooperatifçilik, romantik bir dayanışma öyküsü değil, piyasa mantığına karşı inşa edilen bir siyasi ve ekonomik alternatif modeldir. Bu model, konutu bir yatırım spekülasyonu aracı olmaktan çıkarıp, onu temel bir toplumsal hak olarak yeniden tanımlar. Kooperatifler, yalnızca erişilebilir konut üretmekle kalmaz; aynı zamanda bireyleri atomize eden modern site yaşamının aksine, ortak karar alma süreçleri ve müşterek yaşam alanları ile yeni bir toplumsal ilişki ve komşuluk kültürü de inşa ederler. Bu, banka kredileriyle değil, ortak emek ve birikimle kurulan bir ekonomik özerklik pratiği ve neoliberal bireyciliğe karşı örgütlü bir cevaptır.
Üretim Mekanlarını Savunmak.Ekonomik Bağımsızlık ve Kültürel Direnç; Güzelyurt'un narenciye bahçeleri gibi üretim mekanlarının imara açılması, basit bir arazi kullanım tercihi değil, toplumu kendine yeterli bir üretici olmaktan çıkarıp, dışa bağımlı bir hizmet ve tüketim ekonomisine mahkum etme projesidir. Bu politika, sadece bir peyzajı değil, o peyzajla birlikte var olan nesiller arası bilgi aktarımını, tarımsal uzmanlığı ve bir üretim kültürünün yarattığı özgün toplumsal yapıyı da sistematik olarak yok eder. Dolayısıyla bu arazileri savunmak, nostaljik bir eylemden ziyade, gıda egemenliğini ve ekonomik bağımsızlığı hedefleyen stratejik bir siyasi duruştur. Bu, bir toplumun kendi kendini besleme ve var etme kapasitesini, rant ekonomisinin yıkıcılığına karşı koruma mücadelesidir.
2. Toplumsal Planlama: Hayata Dokunan Çözümler
Toplumsal planlama, havada asılı duran bir ütopya değil, yaşanan sorunlara verilen somut, gerçekçi yanıtlardır.
Sınıfsal Adalet.Barınma Hakkının Piyasaya Karşı Savunusu; Toplumsal planlama, konut sorununu bireylerin alım gücü meselesi olarak değil, sistemik bir sınıfsal adaletsizlik olarak tanımlar. Yabancıya satışa kota veya sosyal konut üretimi gibi politikalar, sadece teknik düzenlemeler değil, barınma hakkını piyasanın insafından alıp kamusal bir güvenceye dönüştüren siyasi müdahalelerdir. Mevcut piyasa düzeni, yerel halkı kendi toprağında mülksüzleştirerek bir kiracılar sınıfı yaratmakta ve toplumsal hiyerarşiyi derinleştirmektedir. Buna karşı toplumsal planlama, konutu, sermaye birikim aracı olmaktan çıkarıp, bir toplumun kendi nesillerini yeniden üretebilmesinin ve sosyal dokusunu koruyabilmesinin temel şartı olarak görür.
Ekopolitik Model. Kamusal Varlıkların Ranta Karşı Korunması; Halka ait sahillerin özel “beach club”lara dönüştürülmesi, sadece bir çevre sorunu değil, müşterek varlıkların (commons) sistematik olarak gasp edilmesidir. Kamusal alanlar, farklı sosyal sınıfların bir araya geldiği, kolektif kimliğin ve toplumsal yaşamın üretildiği hayati mekanlardır. Bu alanların metalaştırılması, halkın yalnızca doğadan değil, aynı zamanda birbirlerinden de koparılarak sosyal olarak tecrit edilmesidir. Ekopolitik planlama, bu gasp sürecine karşı çıkarak, doğayı ve kamusal varlıkları tüm toplumun devredilemez hakkı olarak savunur. Bu, lüks tüketime karşı yurttaşlık hakkının, ranta karşı ise kamusal yararın savunulmasıdır.
Demokratik Yönetişim. Merkeziyetçi Otoriteye Karşı Yerel İrade; Mevcut planlama anlayışı, kararların halkın yaşam alanlarından kopuk, merkezi ve teknokratik bir otorite tarafından dayatıldığı anti-demokratik bir yapıya dayanır. Demokratik planlama ise bu yapıyı reddeder. Bu, sadece halkın fikrini almak değil, planlama yetkisinin radikal bir şekilde yerelleştirilerek, mahalle meclisleri, yerel yönetimler ve sivil inisiyatifler gibi doğrudan demokrasi mekanizmalarına devredilmesidir. Mahallesindeki dönüşümün haberini gazeteden öğrenen pasif yönetilen konumundan, kendi yaşam alanının geleceği hakkında karar veren aktif yurttaş konumuna geçişi hedefler. Bu, yönetime katılma hakkının fiili olarak tesis edilmesidir.
Vardığımız sonuç nettir. Kuzey Kıbrıs'taki mücadele, farklı kalkınma modelleri arasındaki teknik bir tartışmanın çok ötesinde, sömürge tipi bir mülksüzleştirme politikası ile halkın kendi kaderini tayin hakkı arasındaki tarihsel bir yol ayrımıdır. Siyasi ve ekonomik iktidarı elinde tutanlar, ülkenin geleceğini uluslararası şirketlerin bilançolarında bir muhasebe kalemine indirgemeyi seçmiştir. Buna karşılık, gerçek kurucu iktidar, yani bir toplumu var eden ve ona yön veren kolektif irade, artık bu çürümüş kurumsal yapılarda değil, toprağına, suyuna, mahallesine sahip çıkan halkın eylemlerinde yeşermektedir. Dolayısıyla önümüzdeki görev, bu dağınık direniş odaklarını birbirine bağlamak ve onları, piyasanın değil halkın egemen olduğu yeni bir cumhuriyeti inşa edecek ortak bir siyasi iradeye dönüştürmektir. Tarih, bu topraklarda yaşayanlara basit bir soru sormaktadır: Kendi hikayenizin yazarı mı olacaksınız, yoksa başkalarının kâr defterinde bir rakam mı? Toprak mücadelesi, bu soruya verilen fiili cevaptır.
Mahmut Kanber
siyaset bilimci / yazar