Kıbrıs'ın süregelen bölünmüşlüğü, basit bir toprak anlaşmazlığının çok ötesinde, derinlemesine bir insani krize işaret ediyor. Bir siyaset bilimci olarak, bu durumun sadece jeopolitik haritalar üzerinde değil, aynı zamanda ailelerin, kimliklerin ve geleceklerin üzerinde nasıl yıkıcı bir etki yarattığını gözlemliyoruz. Fiziksel bölünmüşlüğün ötesinde, bu durumun insanları da bölerek ötekileştiren politikalara dönüştüğünü ve bunun, Kıbrıs'ın tamamında samimi bir çözüm ve barışın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu açıkça belirtmeliyiz. Bu makale, özellikle karma evliliklerdeki eşler ve onların çocukları aracılığıyla, Kıbrıs sorununun insani boyutuna odaklanırken, çözümün önündeki temel engelin siyasi irade eksikliği ve statükoyu koruma gayreti olduğunu savunacaktır. Kıbrıs Cumhuriyeti'nde AB hukukunun uygulanmasına ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası aktörlerin bitmek bilmeyen çözüm çabalarına rağmen, adada kalıcı bir barışın sağlanamaması, siyasetin hukukun ve insaniyetin önüne nasıl geçtiğinin çarpıcı bir göstergesidir. AB ve BM parametrelerinde barışı ve çözümü samimiyetle savunanların birincil sorumluluğu, bu durağanlığa cesurca meydan okumak ve sürdürülebilir bir gelecek için net bir yol haritası sunmaktır. Bu sorumluluktan kaçan, hatta çözümsüzlükten siyaseten beslenen tüm aktörler – siyasi liderlikler, sivil toplum örgütleri tarih önünde üstlendikleri rolleri ve verdikleri "samimi" veya "samimiyetsiz" sözleri iyi düşünmelidir.
1. Karma Evlilikler ve Toplumsal Yansımaları: Kimlik, Hukuk ve Çifte Standart
Kıbrıs'taki karma evlilikler,ister Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türkler arasında, ister Kıbrıslılar ve yabancı uyruklular arasında olsun bölünmüşlüğün en somut ve trajik aynasıdır. Sosyolojik ve antropolojik (insan bilimi) analizler, bu ailelerin kimliklerini, aidiyetlerini ve kültürel miraslarını nasıl parçalanmış bir coğrafyada bir araya getirme mücadelesi verdiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu sadece bireysel bir travma değil, aynı zamanda toplumun derin fay hatlarının aile düzeyindeki yansımasıdır. Daha da önemlisi, bu karma evlilikler, fiziksel sınırların zihinlerde de nasıl ötekileştirici sınırlar yarattığını ve insanları 'biz' ve 'onlar' diye ayırmaya çalışan politikaların en somut mağdurları olduğunu gözler önüne sermektedir.
Ancak siyaset bilimi perspektifinden bakıldığında, asıl eleştirel nokta, bu ailelerin ve özellikle **Kuzey'de doğan çocukların AB vatandaşlığı haklarına erişimde yaşadığı "çifte standart,tır., Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB üyesi olarak AB hukukunu (müktesebatını) adanın bütününde geçerli sayması beklenirken, pratikte bu durumun Kuzey'deki vatandaşlar, onların eşleri ve çocukları için geçerli olmaması, kabul edilemez bir ikilemi doğurur. Güney Kıbrıs'ta karma evlilik yapan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlarına uygulanan hukuk, neden Kuzey'de yaşayan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşları, eşleri ve çocuklarına uygulanmıyor?
Bu, uluslararası hukuk ve insan hakları prensipleri açısından ciddi bir çifte standart yaratmaktadır.
Pasaport, seyahat özgürlüğü, eğitim ve iş olanakları gibi temel AB vatandaşlık haklarına erişimde yaşanan bürokratik engeller ve siyasi kısıtlamalar, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kendi ulusal yasalarının AB hukukuna uyumlu olmasına rağmen bunları uygulamaktan neden kaçındığı sorusunu gündeme getirir. Kıbrıs Cumhuriyeti, Kuzey'deki idari yapıları tanımayarak ve buradaki bazı evlilikleri veya doğumları resmi kabul etmeyerek, dahası demografik endişelerle Kuzey'den gelenlerin vatandaşlığını kısıtlayarak bu durumu meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Her iki bölgede de göçün yarattığı gerçeklik ortadayken, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde yaşayan ve yabancı eşleri olan ailelerin uluslararası hukukun ilkelerine uygun haklarını alırken, Kuzey'de yaşayan Kıbrıs Cumhuriyeti yurttaşlarının ailelerinin bu ilkelerden ve uygulamalardan faydalanamaması, kabul edilemez bir ikilikli durum yaratmaktadır. Bu durum, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin "hukukun üstünlüğü" ilkesi ve insan haklarına bağlılık iddialarıyla çelişmektedir. Bir siyaset bilimci olarak, bu uygulama boşluğunun sadece bireysel mağduriyetler yaratmadığını, aynı zamanda Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasındaki güven erozyonunu derinleştirdiğini ve gelecekteki olası bir çözümün toplumsal entegrasyon boyutunu daha da zorlaştırdığını belirtmek zorundayız. Bu tür siyasi kararların uzun vadeli toplumsal sonuçları, günümüzün siyasi kazançlarından çok daha ağır olabilir.
2. Siyasi İrade Krizi: AB Hukuku, Uluslararası Çabalar ve Çözümsüzlükten Beslenme
Kıbrıs sorununun çözülememesinde AB müktesebatının varlığına ve BM'nin ısrarlı arabuluculuk çabalarına rağmen kaydedilen başarısızlık, uluslararası ilişkiler ve Avrupa çalışmaları perspektifinden önemli dersler sunmaktadır. AB'nin kendi ilkelerini (serbest dolaşım, eşit vatandaşlık) kendi toprakları içerisinde tam olarak uygulayamaması, supranasyonal hukuk sistemlerinin derinlemesine kök salmış etnik,ulusal çatışmalar karşısındaki sınırlılıklarını açıkça göstermektedir.
BM'nin onlarca yıldır süren çabalarının da bir atılım sağlayamaması, müzakere süreçlerindeki yapısal sorunlara, dış aktörlerin yeterli kaldıraç gücüne sahip olmamasına veya Ada'daki siyasi elitlerin uzlaşmaz tutumlarına işaret etmektedir.
Burada asıl odaklanılması gereken, "çözümsüzlükten beslenen siyasi liderlikler." Siyasi ekonomi ve çatışma teorileri, bazı siyasi aktörlerin mevcut statükodan nasıl siyasi, ekonomik veya ideolojik çıkar sağladığını anlamamıza yardımcı olur. Milliyetçi söylemlerin seçim dönemlerinde popülerlik kazanması, bölünmüşlük üzerinden uluslararası finansal veya siyasi desteklerin sürdürülmesi, veya mevcut güç yapılarının korunması, bu siyasi çıkar zincirinin parçaları olabilir.
Bir siyaset bilimci olarak, bu tür liderliklerin, bireysel ve toplumsal haklara (AB vatandaşlığı, seyahat özgürlüğü, mülkiyet hakları) doğrudan veya dolaylı olarak helal gelmesine göz yummasını kesinlikle kabul edilemez buluyorum. Siyasi hedeflerin, insan haklarının ve insani acıların önüne geçirilmesi, her türlü etik ve ahlaki sorumluluk anlayışına aykırıdır. Bu durum, siyasi arenadaki "samimi" ile "samimiyetsiz" aktörler arasındaki ayrımı da keskinleştirir. Anna Planı gibi, çözüme pozitif katkı sağlayan ve çözümü içselleştiren tüm tarafaları gözetmemesi göz ardı edilmesi, çözümün sağlam temeller üzerine oturtulmasını olanak vermemiştir. Zira, fiziksel bölünmüşlüğün getirdiği insanı bölen ve ötekileştiren politikalar bu temel insani gerçekliği yok saydığında, barışın kalıcı olma ihtimali zayıflamaktadır. Çözümü istiyormuş gibi görünen ancak aslında mevcut durumdan nemalanan siyasi ve siyasi olmayan organizasyonlar, tarihin yargılaması karşısında ciddi bir sorumluluk taşıyacaklardır. Uluslararası otoritelerin, bu tür insani, hukuki ve ahlaki sorunları yeterince gündeme getirmemesi veya süreçleri sonuca bağlamaması, tüm taraflarca bilinen nedenlere rağmen, mevcut siyasal organizasyonların yönetimindeki yapıların siyasi kararlar almasına zemin hazırlayan acı bir gerçektir.
3. Sorumluluğun Çağrısı: Barış Yaratıcılarının Önceliği ve İlkeli Politika Yapımı
Çözümsüzlük döngüsünü kırma sorumluluğu, sadece uluslararası aktörlere değil, Kıbrıs'ın her iki tarafında da AB ve BM parametrelerinde barışı ve kalıcı bir uzlaşmayı samimiyetle savunanlara aittir. Siyaset teorisi ve etik perspektifinden bakıldığında, siyasi aktörlerin kısa vadeli siyasi kazançlar yerine, halklarının refahını ve adanın geleceğini önceliklendirmesi bir ahlaki zorunluluktur.
Karşılaştırmalı siyaset ve çatışma çözümü alanlarındaki dersler, Kıbrıs için de uygulanabilir politika yolları ve güven artırıcı önlemler olabileceğini göstermektedir. Diğer uzun süreli çatışmalardan elde edilen deneyimler (örneğin güç paylaşımı modelleri, hakikat ve uzlaşma komisyonları, ekonomik entegrasyon projeleri), Kıbrıs bağlamına uyarlanarak yeni bir ivme kazandırabilir.
Ancak bu, siyasi elitlerin mevcut durağanlık kültürünü aşmalarını ve bireysel insan hikayelerine empatiyle yaklaşmalarını gerektirecektir. Sivil toplum kuruluşlarının ve tabandan gelen hareketlerin güçlendirilmesi, bölünmüş söylemlerin ötesine geçerek ortak bir gelecek vizyonu oluşturulmasında kritik bir rol oynayabilir.
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Şengen Bölgesi'ne olası katılımı, bu sorumluluğun ne denli acil olduğunu gözler önüne sermektedir. Şengen'e katılımın, Kuzey'de yaşayan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşları, onların eşleri ve çocukları için yaratacağı olası hak kayıpları ve mağduriyetler, sürecin başlıca müzakere parametresi olmalıdır. Bu durumun sadece "Türk tarafının yeterince müzakere ve çözümü zorlayıcı politika yapmamasının" ötesinde, Kıbrıs Cumhuriyeti ve AB yetkililerinin insani, hukuki ve ahlaki olarak kabul edilemez bir duruma göz yumması olduğu net bir şekilde ortaya konmalıdır.
Tarihin Hükmü ve Geleceğin Yükümlülüğü
Sonuç Olarak,Kıbrıs sorununda gelinen bu noktada, "sözde çözümcüler" kavramının altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Dışarıdan barışı desteklerken, içeriden mevcut bölünmüşlüğü sürdüren veya bundan çıkar sağlayan bu aktörlerin hesap verebilirliği, insani ve siyasi bir zorunluluktur. Onların eylemleri veya eylemsizlikleri, karma ailelerdeki eşler ve çocuklar için süregelen insani acıları doğrudan körüklemektedir. Fiziksel bölünmüşlüğün zihinlerde yarattığı ötekileştirici politikaların, çözüm zeminini sürekli baltaladığını ve bu insani boyut göz ardı edildiğinde, kalıcı bir barışın imkansızlaştığını kabul etmeliyiz.
Bir siyaset bilimci olarak, Kıbrıs'ta gerçek ve kalıcı bir barışın, sadece siyasi müzakerelerle değil, aynı zamanda ilkeli liderlikle, uzlaşmaya sarsılmaz bir bağlılıkla ve statükonun insanlık üzerindeki maliyetinin anlaşılmasıyla mümkün olduğuna inanıyoruz. Tarih, siyasi çıkarlarını kendi halklarının refahına ve adalarının birleşik geleceğine tercih edenleri acımasızca yargılayacaktır. Barış ve çözüm taraftarları olarak üzerimize düşen görev, bu çifte standartları, uygulama boşluklarını ve siyasi çıkarcılığı bıkmadan dile getirmek, insani krizi merkeze almak ve siyasi hesaplaşmaların ötesinde, her bir Kıbrıslının onurlu bir yaşam sürme hakkını savunmaktır. Gelecek nesiller bize neden sustuğumuzu veya neden yeterince çabalamadığımızı sorduğunda verecek bir cevabımız olmalıdır.
Yazar: Siy.Bil. Mahmut KANBER